30 Mayıs 2011 Pazartesi


İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir.


-Tezer Özlü -

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Aşk-ı Zehir

sen aşk-ı zehir
cemali panzehir
ben sözcükleri viran
yüreği buhranım
sen dudakları neşter
zihni firarda
ben fikri mahkum
zikri bitabım

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Hakan Vreskala - Kurdî nizanim


xezala min, delala min, / ez kurdî nizanim / keca, kurdan, jiyana min / ez te hez dikim / gellek // türk kürt kardeş falan değil / ayan beyan sevgilidir / ayıran kalleş değil ancak / hayatın tam da kendisidir
sen silvan’ın çorak ovalarında /ben kordon’un arka sokaklarında / büyütülmüşüz bunca zaman / teslim oldum kaderime inan
dinlemem kimseyi / gönlümün eylemi / bir temenni benimki / yaşasın halkların aşkı
xezala min, delala min, / ez kurdî nizanim / keca kurda min jiyana min / ez te hez dikim // gellek
her öpüşmemiz daraltacak / ırkçıya faşiste dünyayı / her sevişmemiz yol açacak / yeni bir kozmik ışımaya
kudurup köpürseler bile / keçe kürdamsın böyle biline / sözleri şivan perwer yazdı / sezen aksu besteledi bu aşkı
dinlemem kimseyi / gönlümün eylemi / bir temenni benimki / yaşasın halkların aşkı
xezala min, delala min, / ez kurdî nizanim / keca, kurdan, jiyana min / ez te hez dikim // gellek

iyi dinle iyi oku faşo

Kıyamet Sessizliği

Yaralı bir kuşa dokunmaya cesaret edemeyen eller gibi
ürkek ve endişeli zaman
Yelkovanın kaderi akrebin pervanesi olmak
Seni seviyorum demek en ağır küfür sanki
Sözcüklerin taşıyamayacağı
hiçbir şairin yaltakçılık yapamayacağı
hüsranlarım var gözlerimde
İyi halden çıkıp gitmek varken bu diyardan
Asilik sarıyor dört bir yanımı
Uzun bir kıyamet sessizliği her gece
Yine hasret çiseliyor şehre sindire sindire
anla ki; ağlıyor bir sevgili yine
Gecesine küsmüş yıldızlar kadar dargınım
Sönüyorum yavaş yavaş
Külden hayaller yapıp
Savuruyorum katran karası gökyüzüne
Falez kıyılardan dalıyorum tekrar sersefil bir hüzne



24 Mayıs 2011 Salı


gözlerinden kuşlar uçar
kapama gözlerini
göç yolu yüreğim
beklerim her zamanki gibi



21 Mayıs 2011 Cumartesi

Chris Cornell - Billie Jean



her zamanki gibi insanüstü

daha önce binlerce kez yaşanmış bir aşkın günümüze uyarlanmış parodisi idik biz
ciddi konularımız bile komikti
adı konmamış ayrılığımız gibi...


20 Mayıs 2011 Cuma

blade ile konuştum haberler iyi. alucard, van helsing yolda. civalı gümüş kurşun, sarımsak, kedi, kazık, haç savaşa hazırız.




19 Mayıs 2011 Perşembe

Game of Thrones


"Games of Thrones" George R. R. Martin’in aynı isimli fantastik roman serisinin dizi uyarlaması.

 Uzun zamandır fantastik mecradaki boşluğu doldurabilecek bir yapıt bekledim hobbit ha çıktı çıkacak derken "Game of Thrones" ile tanıştım. ilk 5 bölüm son derece keyifliydi. umarım spartacus gibi izlenme pahasına kendini tekrar eden bir dizi kıvamına düşmez.


 Sean Bean her zamanki gibi oyunculuğunu konuşturuyor. Peter Dinklage keza o da öyle. gerek kurgusu gerek mekan ve sahneler arası geçişleriyle insanı ekrana kitleyeceğe benziyor kısaca izleyelim izlettirelim.



18 Mayıs 2011 Çarşamba

Accentus Samuel Barber Agnus Dei



güzelliğin hipnoz yeteneği vardır.

insan en az üç kişidir

...Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.'


- Emrah Serbes -

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Malkovich Butterflies

Malkovich Butterflies from Sandro Miller on Vimeo.

WhoCares - Out Of My Mind



barcelona gibi kadro 
yokuştan çıkılır
her zamanki köşeden dönülür
bu sefer sokak farklıdır
adam şaşırır
burada çıkmaz sokak yoktu der kadına
karşıda sokak lambası altında eli bıçaklı ayrılık belirir
adam düşünmeden kadına sarılmak ister
fakat kadın çoktan gitmiştir



15 Mayıs 2011 Pazar


"en iyi intikam mutluluktur. hiçbir şey insanları, birinin lanet olası iyi bir hayatı olduğunu görmek kadar deli etmez." 

- chuck palahniuk -


14 Mayıs 2011 Cumartesi

Menzil

mızrap şarkılardan çok bir yüreği kanatırken
her şey öylesine olması gerektiği gibidir ki
düzenini düzdüğümün dünyasında
ayrılık bile sırıtmaz
hüznün şarabı sel olup akarken
her kelime kanatır kabuk bağlamış yar(a)ları
üryan yalanların oyun alanı
nikotin gecesi sürerken
zifirin yolcuğu dolunaya
hayaletin bu gece bu şehirde
ilmik kaybedenlerin kravatı
menzil kefen kadar beyaz bir tavan
sentetik kahkahalar ve
bir aptalı sarhoş edecek kadar promil
ahlak polisi kapıda
daha önce aşık olmamış robotik bir ses
yüksek sesle ağlamayınız
komşular rahatsız oluyor!

- Umut Yalçın -

The White Stripes - Blue Orchid





acaip bir tılsımları var jack ve meg'in müziklerini beğenmeyenler bile dinlemekten veya izlemekten kaçamıyorlar.


10 Mayıs 2011 Salı



"Aşk aynı yazıldığı gibi, sesli başlıyor, sessiz bitiyor."

- Emre Kalcı -


5 Mayıs 2011 Perşembe

Zindan

raks eder gece
rakı bardağında
nükseder sessizlik
kırağı eylül şafağında
üşüşür sensizlik
tanrıyı düşünürsün
adil olmadığını,
yalnızlığı eşit dağıtmadığını
o sana yeni tasvirler çizerken
sen affedersin onu
susar zaman
kusar nefret
bir sır tutarsın
titrer hece
uzar gece
unutmak için
umutlarına toplu mezarlar kazarsın
oysa ki;
kararlı bir intihara eşdeğer
imtihandır her gece.

- U. Yalçın -

Ud ve Kanunun Aşkı





gece buram buram kürdili hicazkâr kokarken
bir peşrevde bitiyor ud ve kanunun aşkı..
suskunluk faslı başlıyor.
mızrapta taksim ölüsü bir şaşkı.

hep başka yerden devamı
hüzzâmın kucağında yiten
ud ve kanunun aşkına
gecenin büyüsü neden

mucizevi bir hüzün mızrapta dirilirken
kadehin boş yüzüdür
dolmalara küfreden
ud ve kanunun aşkı bir hüzündür
gecenin zifri nâğmelerde öldüğünde
makâmınca isyanı
hüzün üryândır

''emre yılmaz''
 



Nedensiz...

Yürek için ihtar vakti

Ecza dolabına çarparak alnını kanatıyorsun, dalgınlıkla. Sonra elini aynı dolabın içine doğru uzatıyor ve belki yarabandı kalmıştır diye umut ediyorsun.

Alınyazını kanrevan edenden, medet umuyorsun yani bir bakıma…



Sanırım, Aşk da tam böyle bir şey işte!


- Özgür Gümüşsoy -


Pain of Salvation - Sisters

Evile - The Living Dead

Steady Fingers - Goodnight My Love

Memento Mori



Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin - Seneca... Ah zavallı varlık, ah küçük insan ve senin kör hayatın. Ne biliyorsun şu dünyada? Nereden geldin, nereye gidiyorsun? Çok para kazandın mı bakalım bugün? Yarın sabah öleceğini biliyor musun?

İnsan iki kere kördür. Bir kere yaratılıştan kördür; yaşarken de o körlükle kendi manevi körlüğünü yaratır, bu da iki... Bu yazıda “doğuştan kör” olma konusuna hiç girmeyeceğim, çünkü bu hastalığın çaresi yok. İnsan eliyle yaratılan manevi körlüğe gelince; sen karar veremezsin hiçbir şeye, çünkü sen insanoğlu korkaksın. Bu korku senin bilinçaltına yerleştirildi, nesillerdir ve nesillerdir senin genlerinde bu korku geni kayıtlı. Sen doğuştan kör bir hayatı yaşamaya zaten mahkumsun. O halde bu yaradılıştan mahkumiyeti neden eğlenceli bir hale getirmeyi denemiyorsun ya da bu kadar zorsa hayat ve bu kadar korkuyorsan, neden onurunla ve özgür iradenle sonlandırmıyorsun? Neden her sabah nefretle kalkıp kazanacağın paranın hesabını yapıp, çıkaracağın savaşların gelirini hesaplıyorsun? Neden bu sabah gözlerini açıp artık kör değilim demiyorsun? Özgür olmak korku veriyor değil mi?

Pis bir koku var havada, görünmeyen yapışkan bir tutkalın kokusu gibi, birbirinden nefret eden, birbirlerini rakip bellemiş bir sürünün fertlerinin kekremsi, peltek, devingen hayat akışkanından geliyor bu koku. Şartlı reflekslere dönüşen acı dolu hayatlar. Kendini akıllı sanıyorsun değil mi, her şeyi bildiğini, işini iyi yaptığını zannediyorsun değil mi? Üstündekinin altında bir faresin, altındakinin üstünde bir kaplan. Kes artık başını sallamayı ve ellerini ovuşturmayı ve zannetme ki senden nefret ediyorum, ben seni kabul ettim…

Dünyadaki her kötülüğün sebebi ölüm korkusu olabilir mi? Şu kısacık hayatta mutlu olma arzusu, metayı satın almak için gerekli para için savaşlar çıkartmanın altındaki sebep; şu ölüm korkusu!

Peki, sen kimsin? Neden bu kadar zavallısın? Yalnız kalmak, sürüden ayrılmak seni neden bu kadar korkutuyor. Ölmek nedir? Buna kim karar verir? Bu tamamen bir tesadüf mü, yoksa ilahi bir plan mı? Peki, kendi bilinçüstünün kararı olabilir mi acaba ölüm? Bilinçüstü kimdir? Bilinçüstü ben, Yunus Emre’nin “Bir ben var benden içeri” aforizmasının tam karşına geçip oturabilir mi? Ya da Rimbaud’un dediği gibi “Ben bir başkası” mıdır?

Başkası kimdir? Tanrı mıdır? Yoksa çok daha mı karmaşık bir mesele bu? Ya da ölüm çok daha basiti; bir “fişten çekiliş” midir?

Fizik kanunları perspektifinden bakıldığında ölümün bir fişten çekiliş olması artık biraz sığ bir düşünce... Enerji, yok olmayan ancak form değiştiren bir süreç. Brahmanizm’in dediği gibi… Yaşam mikrokozmosdan makrokozmosa bir enerji sarmalı. Ne bir eksik, ne bir fazla… Ve sonunda bilim Bootstrap hipotezi ile tanrıya kavuşmadı mı? Sana soruyorum Nietzsche!

Kozmik bir enerji girmiş yerleşmiş beynimize, akıl demişiz ona. Beyindeki akıl, öldüremediğimiz o enerji yani ruhsal enerjinin ta kendisi olabilir mi? Hatta çok daha fazlası? Beden dediğimiz materyal, doğası gereği kozmik enerjimizin tamamını kullanmamıza izin vermez (bu zaten doğuştan körlüğün ta kendisidir). Beden bir gün gelir de kullanılamaz hale gelince akıl bedenden ayrılır. Ruh bedeni terk eder ya da kozmik enerji beyinden dışarı çıkar. Bundan sonra yeni bir hayat için yeni bir bedene mi geçer, yoksa göklerin katında ahiret gününü mü bekler? Bu zaten benim meselem değil. Bu doğuştan körlükle daha fazlasını nasıl düşüneyim?

Ölüm, doğuştan körlerin bilinmezi olduğu için bu kadar korkulası bir olgu. Ancak bu hastalıktan bugüne kadar kurtulan olmamışsa, neden çaresiz zavallılar gibi ölümün gelip bizi alacağı anı bekleriz? Bu kadar önemsenmeli mi ölüm? Seneca, bilge bir insanın ölümü bile küçümsemesi gerektiğini vurgular. Çünkü Seneca’ya göre ölümün yaşam kadar doğal bir süreç olduğunu ancak bir bilge kavrayabilir. Bilgelik, bir amaç ise kişi kötülüklerin başı olarak sayılan ölümü özümseyerek bu engeli aşmalıdır. Seneca “Tanrısal Öngörü” adlı eserinde şöyle diyor; “Yüce bir ruh tanrıya itaat etmeli ve evrenin yasası (lex universi) ne emrederse duraksamadan yerine getirmelidir. Bu durumda ya tanrıyla birlikte daha aydınlık ve daha dingin bir şekilde yaşamak üzere daha iyi bir yaşama yollanacak ya da hiçbir zarara uğramadan kendi doğasına karışacak ve bütüne geri dönecektir”. (Kabalcı yay. Seneca, “Tanrısal Öngörü-De Providentia” s.21) (Seneca da aklının ermediği bu denkleme kafa yormaktansa üç olasılığın da varlığı üzerinden mi kuruyor düşüncesini? İlk olarak “…tanrıyla birlikte daha aydınlık ve daha dingin bir şekilde yaşamak üzere…”, anlatımını tek tanrılı dinlerdeki tanrının yanına çıkmak olarak okumuyorum. Bu düşünce daha çok Stoacı akılla değerlendirilmelidir. Ve “…daha iyi bir yaşama yollanacak…” bir çok Doğu ve modern inanç sistemindeki gibi reenkarnasyon fikri ile yakınlaşsa da bu düşünce şekli Antik Yunan için sığ kalacaktır.

Son olarak da “…hiçbir zarara uğramadan kendi doğasına karışacak ve bütüne geri dönecektir…” Bu ihtimalle ise Seneca, Brahmanizm ve ondan türeyen, Budizm, Hinduizm ve diğer akraba öğretilerle benzeşiyor. Ve tabii günümüz bilimi ile yani Bootstrap teoremi ile… Seneca’nın bu ifadesi, o dönemde birbirine teğet geçmiş ama aslında iki temelden farklı düşünce sistemi olarak değerlendirilmeli. Çünkü batı toplumu dualisttir (günümüzde dahi). Halen kullanılagelen bilim genel anlamda Batı kaynaklıdır ve Antik Yunan düşüncesinden kaynaklanarak doğadaki her maddeyi temel bileşenlerine ayırır. Oysa Budizm’in ve onunla bugün bilimsel yolla paralellik içine giren yeni fizikin kullandığı Bootstrap, atomaltı maddenin hem kuantum, hem de rölativistik yönlerini son sınırına kadar uzatır ve matematiksel çatısını s-matriks kavramı üzerine kurar. Bu hipoteze göre doğa, maddenin temel yapı taşları gibi temel birimlere indirgenemez, nesneler, karşılıklı tutarlı ilişkiler sayesinde ayakta dururlar, dinamik bir karşılıklı olaylar ağıdır. Bir sanatçının elinden çıkmış bir sanat eseri gibi…)

Stoacılar, ölümü seçebilmeyi ve vaktine karar vermeyi erdem sayarlar… Seneca, bir Stoacıdır ve ölümün şeklini kişinin kendisi belirlemesi gerektiğine inanır. Seneca’ya göre fazla yaşamak ölümün geliş süresini uzatmaktan başka bir şey değildir; “Hasta olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin”.

Stoacılıkta doğadaki tek varlık nesnelerdir ve tüm nesnelerin etkin ilkesi maddeden ayrılmaz kabul edilen “neden ve kuvvet”tir. Kuvvet nesneyle doğru orantılıdır. Kuvvet maddeye işler ve uzayı doldurur. Bu dünyadaki ve evrendeki uyumu yaratır; dolayısıyla tanrıdır.

Stoacılık’ın evren yasası, 3 büyük ilkeden meydana gelir. Fatum; (kutsal söz, yazgı, kader, kısmet, tanrısal irade ve ölüm); Providentia (önceden görme, sağduyu); Fortuna (şans, talih). Stoacılıkta insan her şeyi tanrıdan beklemez. Çünkü Fatum, insanların olduğu gibi tanrının da üzerindedir. Tanrı da bu yasaya dahildir ve tanrının yaptıkları bellidir ama insan iradesiyle Fortuna’nın üstesinden gelip onun önüne geçebilir ve kendi Fatum’unu yaratabilir. Öte yandan evren, Providentia yani kutsal öngörü ile yönetilir. Evren, insanlar ve tanrılar için yaratılmıştır. Stoacı bir diğer düşünür Cicero’ya göre evren tanrıların ve insanların beraber yaşadığı bir yuvadır. Ve yine Cicero’ya göre (ve gerek Seneca’ya göre) Tanrı, insanlığın kurtuluşu için bazen bireyleri feda edebilir. Birey ise bu bilince ulaşmış olmalı ve gerektiğinde kendi ölümüne kendi özgür iradesiyle karar verebilmelidir.

Japon tradisyonundan gelen bir gelenek ise Seppuku, ya da bilinen diğer adı ile Hara-kiri, aynı İskandinav halklarında savaşta ölmeyip yaşlananların kendini yüksek bir yerden atmaları gibi tamamen onur ve öz iradeye bağlıdır. Jainizm ve Budizm insanoğlunun acılarından kurtulmak için yaşama sevincini öldürmesi gerektiğinden söz eder. Platon intihar edenlerin şerefsizce gömülmesini öğütler ancak bu onurla ilgili katlanılması büyük bir utançla veya hastalıkla ilgiliyse buna anlayış gösterilmelidir. Aristo savaştaki intiharı onurlu bulur ancak ona göre hayata ve dünya nimetlerine yüz çevirmek affedilmezdir. Öte yandan kendisi de yaşlandığında intihar eden Zenon, intihar etme hakkının bireyin kendisinde saklı olduğunu ilk savunanlardandır. Hegesias, “Yaşamanın yolunu seçtiğimiz gibi ölmenin de yolunu kendimiz seçmeliyiz” der. Montaigne de intiharın kişinin iradesinde olması gerektiğine inanmakla birlikte, o sadece hayattan umduğunu bulamayanlara intiharı salık verir. Schopenhauer’e göre intihar, ölümün ötesine duyulan meraktır ama metafizik bir meraktan kaç kişi kendini öldürebilir? Nietzsche ise intihara karşı çıkmaz, hatta bunu bir hak ve armağan olarak da değerlendirir. Bazen ölmek korkaklık olduğu gibi kimi zaman ise yaşamak korkaklıktır…

Ah zavallı kör insan, mekanikleşmiş hayatının bir yeni gününe daha başlıyorsun, dur da bir düşün ve hayata müdahale etmekten vazgeç, her şeyi olduğu gibi kabul et. Kabul ettiğinde ve kabullendiğinde aydınlanacaksın… Kazandığınla yetin, bulduğunla avun, şükretmeyi öğren, fazlasını dağıt, fakirliğin bilgeliğini sür, arsızı izle ve onunla eğlen, kes ağlamayı ve kes sırıtmayı, memento mori, sen de öleceksin arsız adam. Ölüm kapına geldiğinde dik durabilecek misin?

Pantera - Revolution Is My Name



Carcass - Heartwork

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Teknolojinin Dayatılması - Kirkpatrick Sale



(Bu metin Kirkpatrick Sale'in “Geleceğe İsyan: Makine Kırıcılar ve Sanayi Devrimine Karşı Savaşları”  adlı kitabından alıntıdır.)


Buhar makinası, özellikle 1776’dan sonraki ilk denendiği yıllarda Watt ve Boulton tarafından mükemmelleştirildiği şekliyle Sanayi Devrimi'nin demirden kalbini oluşturur. Kimi daha doğrudan kullanışlı olan binlerce dahiyane makine ve buluşun varlığına rağmen — İngiltere'de 1770'li yıllarda  294, 1780'li yıllarda 477 ve 1790'li yıllarda 647 patent piyasaya sürüldü, yani bir önceki yüzyıla oranla patent sayısı yaklaşık 2 kat arttı – buhar makinesi, doğadan, coğrafyadan, mevsimlerden ve hava koşullarından, güneş, rüzgar, su, insan ya da hayvan gücünden bir bakıma bağımsız olan, insanlık tarihindeki ilk üretim teknolojisidir. İnsanlara, yalnızca mevcut kömür (ve metal) tedariki ile sınırlı, devamlılık arz eden, tükenmeyen ve insanların kendi kontrollerinde olan bir güç kaynağı ve ayrıca en az çaba veya zaman sarf ederek neredeyse sınırsız çeşitte mal üretme imkânı sağladı. Bu durum, toprağa, emeğe ve yerel değiş tokuşa dayalı organik ekonomiden; benzine, fabrikaya ve dış ticarete dayalı mekanik ekonomiye doğru sıra dışı bir geçişe ve makinelerin insan toplumunda hiçbir zaman olmadıkları kadar güç sahibi olmalarına izin verdi.

Tüm teknolojilerin dâhili ve kaçınılmaz sonuçları yanında insanların kontrol ve isteklerinden ayrı zorunlulukları vardır. Modern güdümbilimin (sibernetik) kurucusu olan matematikçi Norbert Wiener, aynı anda bir çok farklı makineye enerji sağlayabildiği için giderek çok daha yaygınlaşmasına, yüksek yatırım ve işletme maliyetlerini geri ödemek zorunda olduğundan üretimin sürekli artmasına, verim ve ekonomi faktörlerinin zanaatkârlık ve estetik ifadenin yerini almasından dolayı merkezileşme ve uzmanlaşmaya yol açtığını belirttiği  buhar makinesinin ve makinelerin “asıl mahiyetinin” gerektirdiği “teknik belirleyicileri” yazmıştı. Belki buhar makinesi kullanımının yüz yüze insan ilişiklerinin, sosyal iletişimin, insan otonomisinin, kişisel tercih ve becerilerin ister istemez azalmasına yol açacağını da ekleyebilirdi. Hiçbiri, makinelerin çalışmaya devam etmesi kadar önemli sayılamazdı.

Demek ki, damarlarında buhar dolaşan bu demir canavara ve Sanayi Devriminin diğer makinelerine bağlı bir çeşit teknolojik mantık vardır. Bu, Clark Kerr ve ekibinin 1960’larda “sanayileşmenin mantığı” olarak adlandırdığı ve tüm sanayi toplumlarının oldukça benzer görünmelerinin nedeni olan şeydir.

Sanayileşmenin nereye vardığının gözlemlenmesi birkaç on yıldan fazla sürmedi: Devlet müdahalesi ve kontrol ile yönetilen geniş ölçekli üretim birimleri, makinelerin artan karmaşıklığı ve gelişimi, eğitim ve sosyal statü sonucu iş bölümü, pazarların, kaynakların ve atıkların genişlemesi -  Kerr araştırmacılarının yüz elli yıl sonra sanayileşmeyi takip ettikleri her yerde buldukları tüm fenomenler. Kerr daha az vurgu yapsa da, sanayileşme aynı zamanda sosyal ve politik sonuçlara da sebep oldu ve olmaktadır: çiftlik nüfuslarının sıkıştırılması ve şehirlerin kontrol edilemez bir şekilde büyümesi, kendine güvenen toplulukların içinin boşaltılması, merkezi hükümetlerin genişlemesi, bilimin hakim ideoloji olarak ön plana çıkarılması, zengin ve fakir arasındaki uçurumun artması ve kar, büyüme, mülkiyet ve tüketime dair hakim değerler. 19. yüzyıl başlarında İngiltere'de; 19. yüzyıl sonlarında Amerika Birleşik Devletleri'nde ve 20. yüzyılda Japonya’da böyleydi. Sanayileşme sürecinde olan her yerde de kesinlikle bu şekilde olduğu görülmektedir.

Watt'ın temel makinesine - Yunanlılar tarafından iki bin yıl öncesinden beri bilinen makinenin demirden yapılmış formuna* - çok fazla anlam yüklenmiş olabilir, ancak o dönemde makine gürültüsünde yaşayan kişilerin böyle bir kuşkusu yoktu. Peter Gaskell 1833’de İngiltere'deki Üretici Nüfus adlı çalışmasında “Büyük bir ulusun ahlaki ve sosyal koşullarında şimdiye kadar yapılan en çarpıcı devrimlerden birinin, buharın makineye uygulanmasının sonucu” olduğunu söyledi. O zamana kadar buhar makinesi Gaskell’in hesaplarına göre 2.5 milyon kişinin görevini yapmaktaydı ve 1831’deki tahmini nüfus sayısına göre üretimde yaklaşık toplam 3 milyon kişi yer almaktaydı. Bu durum, buhar makinesinin icadından yalnızca 40 yıl sonra tüm iş gücüne eşit oranda üretim yaptığını göstermektedir. Aslında Gaskell, makineleri üretenler hariç İngiliz işçisinin sonuna gelindiği, “insan emeğinin yerine geçme eğiliminde olan mekanik buluşlardaki engin ve aralıksız gelişmelerin çok yakında insan emeğine olan talebi ortadan kaldıracağını” konusunda uyarıda bulundu.

Buhar ilk olarak tekstil sanayisine etki etti. Bu fabrikalar, ipliklerin yıkanması ve hazırlanması için gereken suyu sağlayan Pennine tepelerinden akan derelerin ve kumaş üretmek için uygun olan nemli havayı sağlayan İrlanda Denizi’ndeki hava sistemlerinin bulunduğu yerlerde kuruldu. Kurulan ilk fabrikalar enerji için Pennine derelerini kullanmaktaydı ancak bu kaynağın belirsiz oluşu — çoğu değirmen derelerin akışlarının yavaşladığı yaz ayları boyunca kullanılmamaktaydı — buhar makinesi ve sağladığı kesintisiz enerji, özellikle buhar için gerekli kömür yatakları barındıran Albion bölgesi için çok cazipti. 1800 yılında, yani buhar makinelerinin fabrikalarda kullanımın başlamasından 10 yıl kadar sonra, İngiltere’de yaklaşık 2,191 buhar makinesinin kullanımda olduğu ve bunların tekstil ticaretinde kullanılan 460 kadarının tüm pamuk üretiminin çeyreğinden sorumlu olduğu düşünülmekteydi. Carlyle, bu makinelerden “ateşten boğazı ve asla dinlenmeyen balyozu olan kasvetli demirci ocakları” olarak bahsetti. 1813 yılında buhar ile çalışan 2.400 tekstil dokuma makinesinin olduğu ancak 1820 yılında bu sayının 14.150’ye çıktığı ve pamuk üretiminde mevcut fabrikaların hâkimiyetinin yün, ipek ve diğer alanlara da yayılmasıyla yalnızca 10 yıl sonra 100.000’i aşan rakamlara ulaşmış olduğu tahmin edilmektedir. Uzmanlara göre Sanayi Devrimi’nin başında iki yüz ya da üç yüz kişinin yaptığı bir işi tek bir işçi yapabilmekteydi. Bu, “modern zamanların böbürlenebileceği, insan bilimi tarafından doğa güçlerine karşı sağlanmış hâkimiyetinin en çarpıcı örneği”dir.

Büyük sanayi kurumlarının bir süredir bilinmesine rağmen - 16. Yüzyılda Venedik’teki ünlü askeri depo, iş bölümü ve seri üretim gibi pek çok açıdan bir fabrikaydı, ancak ilk fabrika sistemini üreten buhar makinesiyle başlayan Sanayi Devrimiydi - yalnızca makine değil insan dahil tüm üretim sürecindeki geniş çaplı ve yoğun faaliyet, az çok izole edilmiş ve değişebilen parçalardan oluşmaktaydı. 1823 yılında Alman bir ziyaretçinin belirttiği gibi bu şekli alması çok kısa sürdü:

“Buradaki makineler ve onları barındıran fabrika dedikleri binalar bana göre modern mucizelerdir. Bu binalar yedi veya sekiz katlı, bazılarının cephelerinde 40 pencere var ve her bir pencere genellikle dört pencere genişliğinde. Her kat 3.5 metre yüksekliğinde ve tüm uzunluğu boyunca uzanan 2.7 metre genişliğinde kemerlere sahip. Sütunlar demirden yapılmış ve destekleyici kiriş görevi görmekte... Yüz tanesi sabit bir şekilde aynen otuz dört yıl önce dikildikleri gibi duruyor. Bu binalar tüm civara hâkim, yüksek bir konumda. Ayrıca fabrikanın kendisinden bile yüksek iğne gibi bacalarının nasıl ayakta durduklarını hayal etmek zor. Fabrikanın tamamı, özellikle binlerce pencereden gaz lambalarının ışığı ile aydınlandığı gece vakti görülmeye değer.

İnsanın makinelere katkısı ağır ve sıkıcı işlerden meydana getirilmişti. 1831 yılında Leeds’li bir doktor şöyle dedi:

Makine çalışırken, insanlar da çalışmak zorunda. Erkekler, kadınlar ve çocuklar demir ve buhar ile iş arkadaşıydı; - olabildiğince kırılgan, binlerce acının kaynağı, doğanın kısa süreli bir varoluşla lanetlediği, her an değişen ve çürümek için aceleci davranan - hayvani makine, acı ve yorgunluğa duyarsız demir makineyle eştir.

Fabrika sistemi, en büyük savunucularından Andrew Ure’nin 1835 yılındaki sözleriyle, bu iki makinenin “ortak bir nesnenin üretimi için kesintisiz hareket eden, tamamı otomatik hareket eden bir güce bağlı çeşitli mekanik ve düşünsel organlardan oluşmuş çok büyük bir otomasyonda” çalışmasıdır.

Ure, mekanik ve düşünsel organlar arasında yapılmış bir ayrım olmadığını hissetmiş görünse de “bağlı” burada anahtar sözcüktür. Fabrika sahibinin görevi, işçilerin makinelerin ihtiyaçlarını karşılamak için disiplinli çalışmalarını sağlamaktı. Ure, bundan “insanların düzensiz çalışma alışkanlıklarından vazgeçmeleri ve karmaşık otomasyonun sabit düzenliliğiyle tanımlanmaları için insanların eğitilmesi” olarak bahsetti. Bunun için üç bölümden oluşan bir strateji vardı. Önce, uzun ve esnek olmayan çalışma saatleri; kilitli kapılar ardında, ilk 20-30 yıl boyunca günde 12-14 saat arasında çalışmak bir kural haline gelmiş; bazen saatler 16-18 e kadar yükselmiş ve hiçbir zaman 10'un altına inmedi. Daha sonra çalışanlara yönelik, 1824 senesinde bir pamuk fabrikasında ilan edilenler gibi gittikçe dozu artan cezalar belirlendi (aşağıdaki listede bu 19 cezadan bazıları belirtilmiştir) ve haftalık 24 şilinden daha fazla olmayacak şekilde işçi ücretlerinden kesildi.

Penceresi açık bırakılan her bir eğirme makinesı için : 1 Şilin
Çalışması esnasında kirli bırakılan her bir eğirme makinesi için : 1 Şilin
Uğuldayan her bir eğirme makinesi için : 1 şilin
Son zil çalındıktan sonraki her bir eğirme makinesi için : 2 şilin


 Son olarak, daha çok kadın ve çocuklara karşı ancak herkes için geçerli olan fiziksel güç kullanılıyordu. Cezalar, elinde kırbaç ile iş yerinde aşağı yukarı yürümekle görevli ustabaşılar tarafından infaz edilmekteydi. 1883 yılında yapılan bir parlamento araştırması, sabah  “işe geç kalan” ya da öğleden sonra iş yerinde uykuya kalan çocukların dövüldüğünü belirtmektedir. Bazıları öyle şiddetli dövüldü ki sonuçta hayatlarını kaybetti.


İşçileri disipline etmenin başka bir yayın yolu daha mevcuttu: serbest piyasa ideolojisi tarafından tasdik edilmiş hükümet politikasıyla, İngiltere'deki işçiler, işverenlerinin taleplerine direnemeyecek kadar güçsüz kılındı. 1799 ve 1800 yıllarında çıkan sendika karşıtı yasalarla daha yüksek maaş, kısa çalışma saatleri ya da daha iyi çalışma koşulları elde etmek üzere örgütlenmek ve hatta toplantılara katılmak, para toplamak yasa dışı hale getirildi. Belirli kentlerdeki belirli iş yerlerinde bu kısıtlamaların bir kısmından kaçınılabildiyse de, çoğu işveren, işçiler arasında direniş fark ettiği anda bu yasaları tamamen uygulamaktaydı (ya da uygulamakla tehdit etmekteydi). Hükümet politikaları da, özellikle sanayileşmenin ilk yıllarında mevcut işçi sayısının artmasında etkili oldu (Özellikle İrlandalı işçilerin göç etmelerini sağlayarak ve kırsal bölgelerdeki tarım işçilerini zorlayarak). Her zaman olduğu gibi işçilerin pazarlık etme gücünü elinden almaktaydı. Bu durum, ücretleri daha düşük ve sömürülmeleri daha kolay olan kadınlar ve 4-5 yaşlarındaki çocukların tekstil iş gücüne katılmalarında hiçbir kısıtlama olmamasıyla 1833 yılında kadın ve çocuklar iş gücünün yaklaşık beşte dördünü oluşturuyordu. Tüm bunlar, özellikle, daha kalabalık  ve mal sahiplerinin daha güçlü olduğu yoğun imalat yapılan kentlerde, işçileri yeni sanayi düzeninin çıkarlarına “bağlı” hale getirme amacına hizmet etti.

Böylelikle, hayatı ve yeryüzünü yalnızca birkaç on yıl içerisinde buhar makinesinden önce hiç görülmemiş hatta hayal edilmemiş ölçüde değiştiren bir güce sahip teknolojinin uygulanmasını takiben, “sanayileşmenin mantığı” başarılı oldu. Andrew Ure’nin övündüğü gibi, buhar makinesi, “belirlenmiş görevlerini tamamlayana kadar gecikme ve oyalanmaya asla maruz kalmayan ve sabit bir oranda ilerlemesini teşvik eden İngiliz sanayisinin denetleyici komutanı ve baş etkeniydi”.

* İskenderiye kahramanı, milattan önce 1. yüzyılda ateş ısıtmalı kazan ve tüp kullanan bir buhar makinesi tasarladı ve muhtemelen de inşa etti.  Ancak o dönemdeki Akdeniz toplumları gereken tüm iş gücünü kölelerden sağlıyordu ve Kahraman’ın makinesi göz ardı edildi. 18. yüzyıl İngilteresinde kölelik yasadışı hale gelince ve ucuz iş gücünü kontrol ve idare güçleşince, böylesi bir makinenin icat edilebilmesi için çok büyük çaba sarf edildi.


 Çeviri: Gökçen Demirci

Melechesh - Grand Gathas of Baal Sin

Meshuggah - Bleed



Hepimiz kaybettiğimiz ya da ulaşamadığımız her şey için zamanı suçlarız. Oysa unutma ki; Zaman konuşacak olsa, hepimiz utanırız.

- Tolstoy -

sevgilim, yoksa sen sevgilim olmayabilir misin?




hiçbir yerinde yok asaletin ibresi

sesinde kamaşmasında tensel bir büyünün
atlas hani libas ve kuytu bakışlı mavi gözlerin
sanki hepimize bütün şiirleri hala fısıldayan
bir eski büyük şairmiş gibi
aşk bir erken didişme bir sorgu sualmiş de
mezbele ve yaralıymış eski yaraların yeniden kanamasından.
hiçbir yerde yok asaletin ibresi
bir adamın yüzünde ya da yalana çok benzeyen bir doğru
sözünde belki.....
saçlarının çevriminde ıslak bir beyaz kadının
yüksek rakımlı göllerin buzul saflığında
ve kokusunda çiçeklerinin kanireşin
elbet şiir olacak şairin tesellisi
ve en kötüsü bile işe yarayacak aşklaşmaların
yazana değilse bile okuyana faydalı
bak aynı başına gelmiş adamın benim başıma gelen
o da üzülmüş aynı benim gibi ....
benimki daha acıklı değil
onunkinden, fiyakalı değil onun acısı benimkinden
sade güzel olan kelimeler..
sade kelimeler...
kelimeler....
sen aşka aşıksın müsaitsin gördüğünü abartmaya
biz olsa olsa bir müddet aşklaştık aşkım aşık olmadık
bîr elim sana uzanır, öteki berikinin zaten elinde
bırak yoluma gideyim bildiğimce
yabancısı olduğum bir şey değil yabancılar
baktım yerlisi yabancısı aşağı yukarı hepsi benzer erkekler....
eğer bir söz, bir ses bekliyorsan bu adamdan
içinde hiç gönderme isteği bulunmayan bir git
lazımsa eğer...
işte orada duruyor...
ağzımın bir yerinde...
almak ister misin dilini sokup aklıma
sana ait olan herşeyi bir nefeste
bir göz yumma anında
bîr soğuk telefon konuşmasında
geri alabilir misin ?
seni benden geri alabilir misin?
kovabilir misin beni senden?
sevgilim
yoksa sen

sevgilim olmayabilir misin?

The Obama Deception / Belgesel

Dave Allen - Kilise Deneyimi

Dave Allen - Kilise Deneyimi dingercegi

2 Mayıs 2011 Pazartesi


"aslında insanı en çok acıtan şey; hayal kırıklıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır."



- fyodor mihailoviç dostoyevski -

Mezbele zamanlar...

Gregor



Ah gregor!
Karanlığın vardı senin katre katre imgelerden örülü
şimdi pencereler bile tuzak sana
sen dönüşmedin gregor
biz değiştik.
ışığa hasretsin gregor
koridordaki ayak seslerine muhtaç
sen kapı gıcırtısındaki umutsun gregor
alışmak değildi seni kahreden
hoyratlıktaki ahmaklık.
mağrur bir ehemmiyette
anahtar deliğinden süzüldün cinnete
sargılı bir sorguydu belki de tek ihtiyacın
aynalar bile yalan söylerken
sen anlaşılmayan değil
anlaşılamayandın gregor.




Tool - Stinkfist

1 Mayıs 2011 Pazar

Daş yoh mu daş

ihtimal



yalnızlığımı sensizliğe ilikledim
giderken şehirlerarası hasretlere
bir otobüs camından bakarken uzaklara
izi kaldı düşlerin yüreğimde
dualar ölüyor dilimde
dakikalar dökülüyor avuçlarıma
her şeyde eksiğim bir parça
hüsran çevrili her mutluluk denemesi
ölümden hızlı koşuyorum yıllara
tuzak şehirlerin yakın geçmişinde uzaklardayım
meçhulüm yaşanan yaşanmayan her şeyde

kangren olmuş hastalıklı bir düşüncenin ürünüydün sen
süreğen bir yalnızlık istifledim kendime gideceğini bildiğimden
ardışık hüzünlerin sağanak kahır getirmelerinde saklıydı esrarın
ve bir ihtimalin kararsızlığıydı öğretilmiş çaresizliğim.

- U. Yalçın -



Hiç şüphesiz kader, seni hastalıklarından kurtarmayı benden daha kolay yapacaktır ama senin histerik acılarını, ikimizin ortak umutsuzluğuna dönüştürebilirsem, bu işten kazançlı çıktığına sen de kendini inandırabileceksin. 

- S. Freud -

Helldorado - Guitar Noir



‎"yoksullara ekmek verdiğimde, 'aziz' diyorlar bana. 'yoksulların neden ekmeği yok' diye sorduğumda ise, 'komünist' diyorlar."

- D. Helder Camara -

Viva EZLN


365 Günün Sultanı 1 Mayıs