21 Aralık 2012 Cuma


  Her şeyi anlamak zorunda değiliz. Kaç yaşında olduğunu anlamak için kesilir mi bir ağaç? Bir dalgıç nasıl siler gözyaşlarını. Kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan. Ama zaten her şey yolunda giderken kim sevebilir. Bizi bir araya getiren sebepler ayıran sebeplerle aynı. Ama şimdi bunlar biraz hüzünlü konular özet geçelim.
  Cep telefonu ışığında ameliyat yapan doktorlar var Afrika’da ben burada kapıyı açamıyorum. Ben burada o kadar ciddi konuşuyorum ki şaka yaptığımı zannediyorsun. Oysa kanamak da bir gülüştür yeryüzünde. Hayatımızı değiştirecek insanlar sessiz sedasız geçtiler yanımızdan. Onları görmedik yoktu kara atları.
  Ne öğrendik onca bulmacadan: Çinekop lüfer balığının küçüğüdür. Resimdeki şarkıcıyı yolda görmüştük bir seferinde. Sıhhiye köprü altında o mahşer yeri provasında. Çok daha fazla şey öğrenmiştik. Bazen bir hikâye tutuşmuş iki eldir, kenetlenmiş on parmaktır. Şimdi gizlice söyle bana, saklı düşler ne demektir. Yağmur ne demektir, terk ne demektir? İşte o zaman anlayacağız yeniden “gitmek” ne demektir.

Emrah Serbes



Manifestoon

27 Kasım 2012 Salı

Veganizm/Hayvan Hakları: Gary Yourofsky





Hayvan hakları militanı Gary Yourofsky‘nin 2010 yılında Georgia Tech’te düzenlediği hayvan hakları ve veganizm konulu konuşması. Ayça Konuralp‘in çevirisi ile.


7 Kasım 2012 Çarşamba

Minik Takım ( L'equip Petit )


margatania f.c., 7 yaş altı bir minikler futbol takımı. 271 gol gördüler kalelerinde. Kaybetmenin kitabını yazdı bu küçük insanlar.






- bazen topu ellerimle tutmayı unutuyorum, ama bazen de hatırlıyorum ve ellerimle tutuyorum.

- birisi neredeyse bir gol atacakmış ama ben görmedim.



26 Ekim 2012 Cuma

Exit Through The Gift Shop



filmin adı ne izleyeceğim hakkında az çok bilgi veriyordu "çıkışlar hediyelik eşya dükkanından". sanatın nasıl olması gerektiğiyle ilgili etik kurallar olamaz. filmde de bu güzelce açıklanıyor ve aslında günümüzde sanatın sponsorun gücüyle nasıl doğru orantıda ticari bir sektöre dönüştüğü anlatılmak istenmiş bir bakıma. banksy cidden bir efsane. sokakların potansiyelini çok iyi biliyor. geçmişten günümüze gelen eserlerde nasıl estetik bir kaygı var ise aynı tepkimede kilise ve oligarşi baskısı vardı. banksy sanatın ne olduğundan çok ne anlattığında kısacası punk kültürünü 70'lerde bırakmamaya onu daha fazla mesaj kaygısı ve farkındalık dürtüsü ile birleştirme çabasında.








     banksy'nin ne kadar para kazandığını veya hayatını nasıl idame ettirdiğini bilmiyorum. çok da önemli değil esasında çünkü kendisi bir devrimci gibi sistemin gediklerini sanatın en anlaşılabilir haliyle bilinçaltımıza kazıma işlevinde. sanatın nereden nasıl çalındığının veya popülariteyi manipüle edip kötü yanlarını gösterdikten sonra kendisinin de aynı kanallardan popüler olmasının da bir önemi olduğunu düşünmüyorum. 

     filmle alakalı olarak da;

     thierry'nin bilinçaltı değil, sanatı yapan thierry'nin görsel hafızası. bu bilgi bizde mevcut olmasa sırf yaptıklarına bakarak thierry de banksy kadar değerli olabilirdi aslında bu da incelenmesi gereken başka vaka.

     "oysa ki sanat; usta bir hırsızın her şeyi unuttuğu anda ortaya çıkan bilinçaltının terennümüdür."

22 Ekim 2012 Pazartesi


gülmeyeceğim diyorum tutamıyorum kendimi. vapurda, otobüste, ofiste, evde kendi kendime aklıma geldikçe gülüyorum . şu hayatta herkes bu samimiyette bıkkınlığın tezahürünü yansıtsa negzel olurdu. bunları yazarken bile gülüyorum. insanlar ilk önce bana katılıp güldükten sonra, yeter ulan gülme artık deyip, rahatsız olana kadar, benden nefret edene kadar güleceğim, kafanız şişip şu samimiyete, şu doğallığa ulaşıncaya kadar güleceğim.

5 Ekim 2012 Cuma



 Sakın kimseye bir şey anlatmayın dedikten sonra öldü masumiyet ve şüphe onun başından ayrılmadı ta ki yeni bir masumiyet doğana kadar.
 Ellerin unutulmuş diyarlar atlası gibiydi. Sağır bir derviş gibi yollarla konuştum. Uyku hapları alarak intihara teşebbüs eden ayyaş masal kahramanının yayıncısı olmaya karar vermeden önce nehirde boğulan bir kızın çeyizinde doğdu masumiyet ve şüphe; kör adamın, beyaz bir unicorn’un onu kurtardığını iddia etmesiydi.
 Yaşlı bir adamın sigaradan sararmış bıyığında uyandı bilgelik. Aklın yolu her zaman bir etmedi çünkü “bir” narsizmin kulu ve elçisiydi. Fikrin ihtimali hiçbir zaman ihtilalini yenemedi. Kitapların yakıldığı şarkıların dudaklarda mühürlendiği gecede biz içeceğimiz fazladan bir çayın bizi uyutmayacağını düşünürken, Hegel’in mezarından iyi huylu bir virüs gibi zarafetin kollarında yayıldı kolera.

18 Eylül 2012 Salı




Karanlığa her kim saparsa ışığı mutlaka arayacaktır. Lakin ona ulaştıklarında, göz kamaştırıcı ışıktan gözlerini sakınacaklardır. Hatta acı bile çekeceklerdir. Gerçek bu. Bir gün senin de gözlerin gerçeğin ışığında yanacak. İşte o zaman kadim karanlığı tadacaksın.

                                                                                                    Ergo Proxy | Bölüm 9


6 Eylül 2012 Perşembe

Albert Camus | Dünyanın saçmalığına anlam kattı


  Albert Camus, 4 Ocak 1960′ta trafik kazasında öldüğünde pek çok insan bunun bir intihar olduğunu düşündü. Belki de yanılmıyorlardı, fakat Camus’nün Absürt felsefesini bilenler onun bir arabanın önüne atlayacak türde bir insan olmadığını iyi bilirler. Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde bildiğimiz Antik Yunan mitini alır ve onu kendi düşüncesinde harmanlayarak, “Sisifos’u mutlu bir şekilde tahayyul etmek gerekir.” der. Çünkü Sisifos, tanrılar tarafından cezalandırıldığı ve mecbur olduğu için değil, kendi tercihi olduğu için her gün baştan o koca kayayı iterek tepenin başına kadar çıkarır.

 Tıpkı bizim her sabah tekrar yataktan kalkıp da neler olacağını bilmemize rağmen aynı metroya, otobüse, dolmuşa, arabaya–belki helikoptere veya uçağa–binmemiz ve adına ofis, iş yeri, dükkan, mağaza, vb. dediğimiz yere gitmemiz gibi. O sıcak yataktan kalkıp o yerlere gidip şikayet ediyor, somurtuyor sonra iş arkadaşlarımızla laklak edip iki kahkaha attıktan sonra ne kadar güzel döşenmiş olursa olsun beğenmediğimiz ve aslında başka yerde olmayı tercih edeceğimiz evlerimize dönüyoruz. Evde haftada en az bir kez “seni boşayacağım kadın/adam” dediğimiz eşimizle; sürekli işimize karıştıkları için nefret ettiğimiz (ama öldüklerinde hüngür hüngür ağladığımız ve acısını unutamadığımız) ebeveynlerimizle zaman geçirir ve söylediklerimizin hiçbirisini yapmadan yatağa yatar ve sonraki güne aynı şeyleri tekrar etmek için uyanırız.

 İşte mutluluğun tanımını bu çerçevede yapan Albert Camus’nün kendini arabanın önüne atarak intihar etmiş olabileceği düşüncesi bize olduğunca ‘saçma’ (absürt) gelir. İntihar edecekse bile ondan apayrı bir şey yapmasını bekleriz. Ama belki de o, olanca absürtlüğüyle intiharı da olanca sıradanlığı içerisinde deneyimlemiştir. Tabii biz bunları bilemeyiz.

 Ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. Bu absürtlük düşüncesi çerçevesinde, Albert Camus‘yü özellikle bugün anmadan geçmemek lazım. Zira, ben–eğer yaşasaydı–Camus’nün Türkiye’yi çok seveceğini düşünüyorum. Burada onun için sonsuz malzeme ve karakter taslakları çıkardı. Neden mi? Daha dün sayın Başbakanımız, kürsüye çıkıp; “Bizim derdimiz insandır.” derken aslında kendi emriyle öldürülen 35 insandan söz ediyordu. Bu absürtlük çerçevesinde Albert Camus‘nün bu ülkede çok anlaşılmaması ve bazı insanların: “Bence bu adamın yazdıklarının hiçbir anlamı yok” demelerini gayet iyi anlayabiliyorum.

 Şunu da gayet iyi anlıyorum: Dün yaptığı konuşmada ‘ölüm bir istatistik ve devlet işi’ olmuştu. Artık sayılardan ve yapılan ‘basit hatalardan’ söz edildiği noktada insan yaşamının–zaten olmayan–değeri kalmamış demektir.

 Bir insanın diğer bir insanı başına güneş geçtiği için öldürmesi ne kadar saçmaysa –ki bu biraz anlaşılabilir– bir grup eli silahlı insanın başka bir grup eli silahlı adamı öldürmesi; karşılıklı birbirlerini öldürmeleri de o kadar saçma (absürt)! Albert Camus, hayatını bize bu saçmalıkları müstehzi bir düşünce sistemi ile anlatarak geçirdi. Sözünü ettiği saçmalığın sonuna kadar içinde yer aldı ve sonunda absürt olduğunu iddia ettiği dünyayı haklı çıkaracak kadar saçma bir şekilde öldü. Ama ölmeden önce çok güzel şeyler yaptı. Yaratıcı olarak ölümün kendisine hayat verdim. Ölmeden önce yaptığım şey bu.


[alıntı: grizine.com]


3 Eylül 2012 Pazartesi

I, Pet Goat II




bu videoyu izlememde emeği geçen kadim ve übermensch insan, venus prensesine teşekkürler.


27 Temmuz 2012 Cuma

Erich Fromm - Umut Devrimi


Umut ne değildir?

 Umut, daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve akılcılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her toplumsal değişimin, belirleyici ögesidir. Ne var ki, umudun doğası çoğu kez yanlış anlaşılmış ve umutla hiçbir ilişkisi olmayan , hatta umudun tam karşıtı olan yaklaşımlarla karıştırılmıştır.

 Umut etmek nedir?

  Çoğu kişinin sandığı gibi, dileklere ve isteklere sahip olmak mıdır? Böyle olsaydı, daha çok ve daha iyi otomobil isteyen, daha iyi ev, daha çok araç-gereç isteyenler, umutlu insanlar olacaklardı. Ama değiller; bunlar umutlu insan değil, daha çok tüketimde bulunmaya düşkün kişilerdir.

  Umudun nesnesi bir şey değil de, daha dolu bir yaşam sürmek, daha büyük bir canlılık içinde bulunmak, o sonsuz sıkıntıdan kurtulmak olduğunda, ya da dinbilimsel açıdan bakarsak günahlardan arınma, ya da siyasal açıdan devrime kavuşmak olduğunda mı gerçek anlamda umut etmiş oluyoruz? Evet, aslında bu türden beklentiler, umut etmek anlamını taşıyabilir, ama beklentilede edilgenlik varsa ve umut, el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin bir bahanesi oluyor, yalnızca bir ideoloji haline gelinceye dek "beklemek" şeklinde kendini gösteriyorsa, umut etmekten söz edilemez.

  Kafka, Dava adlı romanında, bu türden teslimiyetçi ve edilgin umudu çok güzel betimlemiştir. Bir adam cennete (Yasaya) açılan kapının önüne gelir ve kapıcıdan içeri girme izni ister. Kapıcı, şu an için izin veremeyeceğini söyler. Yasa'ya giden yola açılan kapı aslında ardına dek açıktır, ama adam giriş izni alıncaya dek beklemenin daha iyi olacağına karar verir. Ve oturur, beklemeye başlar; günlerce ve yıllarca bekler. Tekrar tekrar içeri girme izni ister, ama bütün bu uzun yıllar boyunca durup dinlenmeksizin kapıcıyı inceler; kürk yakasındaki bitleri bile yakından tanıyacak hale gelir. Giderek yaşlanır; ölmek üzeredir. İlk kez şu soruyu sorar: "Nasıl oluyorda bütün bu yıllar boyunca benden başka kimse girmek istemedi bu kapıdan?" Kapıcı, "Senden başka hiç kimse giremezdi ki bu kapıdan" diye yanıtlar onu. "Çünkü yalnız ve yalnız senin içindi. Şimdi artık kapayacağım."

  Adam artık anlamayacak kadar yaşlıydı, genç olsaydı da anlamayacaktı belki. Bürokratların dediği dediktir; hayır dendiğine göre içeri giremez. Bu edilgin, bekleyen umuttan biraz daha fazlası olsaydı onda içeri girmiş olacaktı ve bürokratları umursamama yürekliliği, onu parıltılı saraya götürecek olan özgürleştirici edim olacaktı. Çoğu insan Kafka'nın ihtiyarına benzer. Umut ederler ama yüreklerinin sesini, itkisini dinleme ve ona göre davranma yetisinden yoksundurlar; bürokratlar onlara yeşil ışık yakmadığı sürece beklerler de beklerler.

  Bu türden edilgin umut, zamana sahip olmayı ummak şeklinde betimlenebilecek genelleştirilmiş bir umut biçimiyle yakından ilgilidir. Şimdi süreci içinde hiçbir şey beklenmemektedir. Bir sonraki anda, ertesi gün, gelecek yıl içinde ve umudun bu dünyada gerçekleştirilebileceğine inanmak çok saçma gelirse, bir başka dünyada bir şeylerin olacağı beklenir.

 Bu inancın ardında, geleceğe bir tanrıça gibi tapan Robespierre gibi bir adam tarafından Fransız Devriminde başlatılan bir putperestlik, "Gelecek"e, "Tarih"e ve "Sonra"ya tapma yatmaktadır: Hiçbir şey yapmam; edilgenliğimi korurum, çünkü ben hiçbir şey değilim, güçsüzüm, yetisizim; gelecekte, zamanın göstereceği şeyler, benim başaramayacağım şeylerin, gerçekleşmesini sağlayacak. Çağdaş burjuva düşüncesindeki "gelişme"ye tapmanın değişik bir yönü olan bu geleceğe tapma, umudun yabancılaşmasının ta kendisidir. Ben bir şey yapmayacağım, ben, bir şey olmayacağım, ama tapımlar, gelecek ve sonra, ben hiçbir şey yapmadan bana bir şeyler getirecek.

  Edilgin bekleyişin, umutsuzluğun gizlenmiş bir biçimi olduğu doğrudur, ama bir de bunun tam karşıtı gizlenme biçimiyle kendini gösteren -sözlerle, serüvencilikle, gerçeği görmezden gelerek ve zorlanamayacak şeyi zorlayarak gizlemek şeklinde görülen- bir başka "umuttan yoksun olma" ve çaresizlik biçimi vardır.

  Bütün koşullar altında ölümü yenilgiye yeğ tutmayanları horgören isyan öncülerinin ve sahte kurtarıcıların yaklaşımı buydu işte. Bu günlerde bu sözüm ona köktenci umutsuzluk kılıfı ve hiçcilik, genç kuşağın en ateşli üyelerinden bazıları arasında seyrek rastlanan bir durum değil. Gözüpeklikte ve kendilerini ortaya koymada üstlerine yok, ama gerçekçilikten, geniş kapsamlı tasarlama ve yönlendirme yetisinden yoksun olmaları, bazıları ayrıca yaşam sevgisi beslememeleri nedeniyle inandırıcı olmaktan uzaklaşıyorlar.

  Şimdiki Teknoloji Toplumu

  Egemen olan ekonomi ilkesi, daha çok, daha çok üretmekse, tüketici, daha çok, daha çok istemeye -yani tüketmeye- hazır hale getirilmelidir. Sanayi, tüketicinin daha, daha çok meta almak için kendiliğinden istek duymasına umut bağlamaz. Modası geçme denen şeyi ortaya atıp kaçınılmaz kılarak, çoğu kez eskileri çok daha uzun süre dayanacakken, tüketiciyi yeni meta almaya zorlar. Ürünlerin, giysilerin, dayanıklı eşyanın hatta yiyiceğin bile şekillerinde değişiklik yaparak, kişiyi ruhsal olarak gereksinimi olabileceğinden ya da istediğinden fazlasını almaya zorlar. Ancak sanayi üretimi artırmak ihtiyacındadır ve bu ihtiyacı tüketicinin istek ve gereksimlerine güvenerek değil, büyük ölçüde tüketicinin ne istediğine karar verme hakkına büyük bir saldırı olan reklama güvenerek belirlemiştir.

  Bu örgütlenme biçiminin insan üzerindeki etkisi nedir? İnsanı, makinanın bizzat kendi düzenek ve talepleri tarafından yönetilen bir uzantısı durumuna indirger. Onu, tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla şey kullanmak olan bir Homo consumens'e, salt tüketiciye dönüştürür. Bu toplum pek çok yararsız şey üretmektedir, aynı ölçüde de pek çok yararsız insan üretmektedir. İnsan, bir üretim makinasının çarkının bir dişlisi olarak artık insan olmaktan çıkar, "şey" haline gelir. Vaktini, ilgisini çekmeyen insanlarla, ilgisini çekmeyen işler yapmak, ilgisini çekmeyen, onu ilgilendirmeyen şeyler üretmekle geçirir; üretim yapmadığı süre içindeyse tüketmektedir. Sonsuza dek emmek üzere ağzı sürekli açık duran, hiçbir çaba harcamaksızın, hiçbir içsel etkinlikte bulunmaksızın sıkıntı giderici (ve sıkıntı üretici) sanayinin ona zorla kabul ettirdiği şeyleri -sigara, içki, sinema, spor, konsferans- yalnızca bütçesinin el verdiği ölçüyle sınırlı olmak üzere yutmaktadır. Ama sıkıntı giderme sanayisi yani, yarasız şey satma sanayisi, otomobil sanayisi, sinema, televizyon sanayileri vd., yalnız ve yalnız, sıkıntının bilinçli hale gelmesini önlemede başarılı olabilirler. Hatta, tuzlu içecek nasıl susuzluğu artırırsa, bunlar da aynı şekilde sıkkınlığı artırırlar. Ama bilinçsiz de olsa, sıkıntı, sıkıntı olarak kalır.

  Günümüz sanayi toplumundaki insanın edilginliği, onun en belirleyici özelliklerinden ve hastalığını dile getiren ögelerden biridir. Bu insan almaktadır, yemektedir, doyurulmak istemektedir, ama hareket etmez, kendiliğinden bir iş başlatmaz, yani yediklerini hazmetmez. Kendisine kalıt kalan şeyleri, üretici bir şekilde yeniden kazanmaz, onu yığar ya da tüketir. Ruhçöküntüsüne uğramış kişilerde daha ağır şekilde rastladığımız durumdan pek farklı olmayan bir ağır dizgesel sakatlık vardır bu insanlarda.
İnsan edilginliği, "yabancılaşma hastalığı belirtisi" diyebileceğimiz bir hastalık belirtileri toplamı arasında yalnızca bir belirtidir. Kişi edilgin olduğundan, kendisi ile dünya arasında etkin bir ilişki kurmaz, etkin dünyanın bir parçası olarak görmez kendini, bu nedenle kendi tapımlarına ve taleplerine boyun eğmek zorunda kalır.Dolayısıyla, kendini güçsüz, yalnız ve kaygılı hisseder. Bütünsellik ya da kimlik duygusu pek azdır. Dayanılmaz kaygıdan sakınmanın tek yolu, sürüye uymaktır ona göre -ancak çevreye uyma bile her zaman bu kaygıyı gidermez.
Bu dinamizmi hiçbir Amerikalı yazar, Thorstein Veblen'den daha açık bir şekilde algılamamıştır:

 "Gerek İngiliz, gerek kıta iktisatçıları tarafından iktisat kuramında ortaya konan çözümlemelerde, araştırmanın ele aldığı insan malzemesi hazcı açıdan değerlendiriliyor; yani edilgin ve köklü bir şekilde atıl, belirlenmiş olan ve hiçbir şekilde değişmeyen insan doğası temel alınıyor... Hazcı insan kavramı, kişiyi sağa sola sürükleyen ama onu olduğu gibi bırakan bir güdünün itkisiyle hareket eden bağdaşık küçük bir mutluluk arzusu küresi gibi sarkaç yönünde gidip gelen zevk ve acıyı ölçen bir hesap makinasının ışıkları gibidir.

 Bu insanın ne atası olmuştur ne de kendisinden sonra gelecek devamı. Soyutlamış, nitelikleri belirlenmiş bir veridir o; kendisini bir o yöne, bir bu yöne yerleştiren güçlerin darbe ve yumruklarını saymazsak durağan, sakin bir durumdadır. Asıl yerindeyken kendi kendini cezalandıran bu insan, kendi ruhsal ekseni etrafında simetrik olarak döner durur, sonunda bir güçler paralelkenarı onun üzerine kapanır ve kişi, çakışan karşıt kenarların oluşturduğu çizgiyi izlemeye başlar.

 Etkinin gücü harcandığında, durur, artık eskisi gibi içine karalı, kendi halinde bir istekler küreciğidir gene. Tinsel olarak hazcı insan temelde hareket eden ya da ettiren değildir. Bir yaşama sürecinin merkezi değildir kendisi; ancak, kendisinin dışında ve ona yabancı olan koşulların gerektirdiği bir dizi zorunlu değişimlerin nesnesidir, o kadar."

Imagine Dragons - It's Time




sarı bir volkswagen t1 ile seyahat etmek gibi.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Kymatica




Belgesel bize; dünya, insanoğlu, dna, arkaik bileşenler, evrensel titreşimler üzerine geniş kapsamlı bir ders veriyor. 2009 yapımı kymatica belgesel filmi evren bilincine değiniyor. Filmde insanlık tarihinde anlatılagelen sembollerin zaman içinde anlam değişimine uğraması ile çağımızda çözülmesi gereken şifreler haline gelmiş ortak efsanelerin özüne iniliyor.
Kymatica dünyanın ruhunu anlatıyor.
-
Alıntı


Bertrand Russell'ın Kutsal Demlik Hikayesi. (KaynakRichard Dawkins-Tanrı Yanılgısı)

23 Mayıs 2012 Çarşamba


"Ne kadar zavallısınız bazen, çocuklarınızı koparıyorlar sizden, bilerek öldürüyorlar sonra sizinle birlikte arkalarından merhametlilermiş gibi sanki gözyaşı döküyorlar. Dilinizi konuşmayanı, tanrınıza inanmayanı, sizi temsil eden kumaş parçasını elinde dalgalandırmayanı dışlamanızı hatta giderek ortadan kaldırmanızı arzuluyorlar. Size bunları yapmaları lazım, çünkü varlıklarını sürdürme ihtiyaçları vardır. Sayenizde elde ettikleri güçten ve bu gücün verdiği ayrıcalıklardan bir türlü vazgeçmek istemediklerinden 'devlet' ve 'ulus' kelimelerini düşürmüyorlar dillerinden. Olmadığınız halde sizi 'ezeli ve ebedi kahramanlar' ilan ediyor, bununla da yetinmeyip illegal katil kahramanlar çıkarıyorlar"   [N. Machiavelli]


Şebeke


Big Brother State